Afyonkarahisar

ya istanbul beni alir ya ben istanbulu

YA İSTANBUL BENİ ALIR, YA DA BEN İSTANBUL'U
 
Sevgili Peygamberimizin; "Kisra ölmüş (demek)tir. Artık kisra (İran Kisrası) öldükten sonra başka kisra yoktur. Bizans Kayseri helak olduğu zaman, ondan sonra Kayser de olmayacaktır. Nefsim elinde bulunan Allah'a yemin ediyorum ki, Kisra ile Kayser'in hazineleri muhakkak ki Allah yolunda sarf olunacaktır." (Sahih-i Müslim, Hadis no: 2918), "İstanbul mutlaka fetholunacaktır, O'nu fetheden sultan ne güzel sultandır, O'nu fetheden asker ne güzel askerdir" dediği Asya ile Avrupa'nın kesiştiği noktada kurulan İstanbul, hemen hemen her devirde bir köprü vazifesi görmüştür. Avrupa'dan gelenler bu köprü üzerinden geçerek, Hindistan ve Çin'e kadar ulaşmışlardır. Asya'dan gelenler de yine bu köprüden geçerek, Rumeli'ye, Balkanlara, Viyana'ya, Adriyatik sahillerine kadar varmışlardır. İstanbul, işgal ettiği bu stratejik konumu ve coğrafi özellikleri açısından ilk çağlardan beri bütün hükümdarların kalbinde müstesnâ bir yer işgal etmiştir.
Şair Nedim yazdığı bir kasidesinde:
"Bu şehr-i Stanbul ki bî misli bahâdır.
Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedadır." Diyerek, İstanbul'un değerini veciz bir şekilde ifade etmiştir.
1807 yılında İstanbul'un Ruslar'a bırakılmasını isteyen Çar I. Aleksandr'a Napolyon'un, "İstanbul mu, asla! İstanbul, Dünya imparatorluğu demektir" (Ercüment Kuran,Tarih ve Medeniyet Dergisi s.32, sayı 3, Mayıs 1994) diyerek verdiği cevap İstanbul'un tarihi önemini göstermek açısından yeterlidir.
Emeviler ve Abbasiler zamanında Hz. Peygamberimizin övgüsüne sahip olmak amacıyla 655-782 yılları arasında geçen 127 sene içerisinde İstanbul'u almak amacıyla beş sefer düzenlenmiştir.
Hz. Muaviye, İstanbul'u alarak, Hz. Peygamberin övgüsüne mahzar olmak hem de kendi durumunu güçlendirmek istiyordu. Onun için kısa bir zamanda büyük bir ordu oluşturmuş ve büyük bir kampanya başlatmıştı.
Muaviye ilerlemiş yaşına rağmen Hz. Peygamberin Medine'ye hicretlerinde evlerinde misafir kaldıkları Ebû Eyyûb-el Ensari'nin de bu sefere katılmasını istiyordu. Ebû Eyyûb-el Ensari, Peygamber Efendi'mizden "İstanbul surları önünde mübarek bir zâtın defnedileceğini"(Z.Kitapçı, a.g.e. 2. cilt, s.133) duymuştu. O, bu mübarek şahsın kendisi olmasını istiyordu ve bu sefere büyük bir istekle katıldı. Ebû Eyyûb-el Ensari ve yüce sahabelerin içinde bulunduğu ordu Muaviye'nin oğlu Yezid komutasında İstanbul önlerine geldi. Bu sefer başarısızlıkla sonuçlanmış ve İslâm ordusu bir ok darbesiyle şehit düşen ve surlara yakın bir yere defnedilen Ebû Eyyûb-el Ensari'yi şehit vererek, geri dönmüşlerdir.(699)
Türk'ün Kızıl Elması İstanbul
İstanbul, Osmanlı devletinin kuruluşundan itibaren, bütün Türk Sultanlarının bir milli ülküsü "KIZIL ELMASI" olmuştur. Osman Gazi, devletin kurucusu olarak, oğlu Orhan Gazi'ye:
"Osman Ertuğrul oğlusun, Oğuz Karahan neslisin, Hakk'ın bir kemter kulusun, İstanbul'u aç, gülizâr yap" (Z.Kitapçı, Hz. Peyg. Had, Türkler 2. cilt, s.137) diyerek İstanbul'un fethini tıpkı Hz. Peygamberimiz gibi hedef göstermiştir.
Osman Gazi'den Fatih'e kadar bütün Osmanlı sultanları, Kur'an-ı Kerim'de es-Sebe suresi 15. âyette, "Beldetün tayyibetün-Güzel belde-hoş belde" olarak nitelendirilen bu muhteşem bu muhteşem şehri almanın ve Hazreti Peygamberimizin övgüsüne sahip olmanın aşkıyla yanıp tutuşmuşlardır. Kur'an-ı kerim'de, es-Sebe suresi 15. âyette geçen "Beldetün tayyibetün" sözcükleri Ebcet hesabıyla İstanbul'un fetih tarihi olan Hicri 751 tarihini gösterir. Bu da başlı başına bir Kur'an mucizesidir.
1091 yılında, İzmir dolaylarında bir beylik Kuran Türk denizcisi Çaka Bey ile Peçeneklerin İstanbul kuşatmasını saymazsak Türkler tarafından İstanbul'un ilk ciddi kuşatması Yıldırım Bayezid (1389-1402) tarafından gerçekleştirilmiştir. Yıldırım'ın iki kuşatmasından sonra, Fetret Devri'nde, oğlu Süleyman Çelebi'nin İstanbul kuşatmaları bir yana bırakılırsa, Fatih'e kadar II.Murat Gazi'nin giriştiği İstanbul Fethi teşebbüsü çok mühimdir. Bu kuşatmaya başta Emir Sultan olmak üzere bir çok şeyh ve evliya katılmıştır.
Tarihî bir hakikattir ki, Osmanlı Sultanları hep dindar ve din adamlarına hürmetkâr idiler. Padişahlar savaş zamanlarında hep din adamlarını ve evliya türbelerini ziyaret eder, İslâm âlimlerinin hayır dualarını alırlardı. İşte İstanbul'un fatihi ve Sevgili Peygamberimizin övdüğü sultan olan şehzâde Mehmed bu manevi iklim ve havâ içerisinde yetişmiştir. Babası O'nun büyük işler başarmak üzere yetiştirilmesi için çok gayret etmiş, O'nu devrin en büyük âlimlerinin eline teslim etmiştir. O'nun hocalarının başınsa Molla Gürâni, Molla İlyas ve Akşemseddin hazretleri gelmektedir. Çocukluğundan beri İstanbul'un fethi aşkı ile yanan Şehzâde Mehmed'e hocası akşemseddin, Manisa'da şehzâde iken sık sık İstanbul'u fethedeceğini müjdelemiş ve : "Elem çekme beğüm, siz İstanbul'u fethedeceksiniz" (O.Turan, T.C.H.M. 2.cilt, s.49) demiştir.
Osmanlı devletinin kurucusu Osman Gazi'den itibaren bütün Osmanlı Sultanlarının hedefi İstanbul olmuş ve bütün Osmanlı padişahı bu şerefe nâil olmak için can atmışlardır. Fatih'e kadar bu şeref hiç birisine nasip olmamıştır. Çünkü her defasında Bizans'a Avrupa'dan yardım geliyordu. Bunun için yardım yollarını kesmek gerekiyordu. Aslında İstanbul'un muhasarası, Osmanlı Gazilerinin 1356 yılında bir sal ile Çanakkale boğazından geçip Rumeli'ye ayak basmalarıyla başlamıştır.
Fransız Akademi âzâlarından tarihçi Grousset bu noktayı görebilmiş olduğu içindir ki şöyle der:
"Osmanlı fütûhatında hiçbir şey zamansız yapılmamış ve fetihler tesadüfe bırakılmamıştır. Anadolu'ya ilk geldikleri tarih noktasından itibaren Türkler, İstanbul'un fethine niyetlenmişlerdi. Ne var ki, her muhasarada şehrin Batı yardımı ile kurtarıldığını iyi bellemişlerdi. O halde öncelikle yardım yollarını kesmek ve oralara hâkim olmak şarttı. Osmanlı'nın Rumeli'ye sıçrayışından itibaren Niğbolu, Varna ve Kosova meydan savaşları bu sebeple bir strateji dehasının mühürleri gibidir. Osmanlı bir taraftan Gelibolu ile Akdeniz'den gelecek özellikle Ceneviz donanmasının yolunu kapatırken, Avrupa yardım ordularının geçiş coğrafyasına da kilit vurmasını bilmişti. İstanbul aslında Kosova savaşı ile tam bir muhasara altına alınmıştı. Fatih, İç Kale'yi kuşatmış ve yüz yıllık niyetleri gerçekleştirmişti."(İlhan Bardakçı, Tarih ve Medeniyet Dergisi, sayfa 11, sayı 3, Mayıs 1994)
Aydınlar-Münevverler ve Ermişler Devleti Osmanlı
İslâm öncesi dönemlerde mertliğin, cesaretin, kahramanlığın ve cömertliğin sembolü olan Alpler, İslâmiyet'in, Allah yolunda cihadı kutsal ve mübarek sayması düşüncesi ile birlikte, Alp erenler ve Derviş Gaziler olarak yeniden tarih sahnesine çıkmışlar Nizâm-ı âlem ve İ'lâyı kelimetullah için Allah yolunda gazaya devam etmişlerdir. Öte yandan Türkistan'dan gelen, dervişler, şeyhler, babalar, dedeler, İslâm âlimleri Selçuklu ve Osmanlı Türkiyesi'nde bir münevverler, aydınlar ve ermişler kadrosu oluşturmuştur. Hiç şüphesiz başta devlet olmak üzere bu yüce ülküler bu alimler ve ermişler kadrosunun eseri olup onlar tarafından devamlı olarak manen beslenmekte idi. Artık Sevgili Peygamberimizin İstanbul'un fethi ile ilgili olarak söylemiş olduğu hadisler dilden dile dolaşmaktadır. Peygamber Efendimiz Hadis-i Şeriflerinde; "Konstantiniyye(İstanbul) elbet Feth olunacaktır. Onu Feth eden Kumandan ne güzel Kumandan, Feth eden Asker, ne güzel Askerdir" buyurmuşlardır.
Kur'an-ı Kerim'de, Sebe Süresi'nin 15. Ayetinde geçen; "Allah tarafından koruma altına alınan güzel bir belde vardır." Bu Ayette geçen "Tayyib" çok güzel, "Belde" yaşanılan yer. "Beldetün Tayyibetün"de ise; Yaşanılan çok güzel bir belde(yer) ye işaret ediliyor.
İslam Aleminin büyük Alimlerinden Molla Camii Hazretleri , bu Ayet-i Kerime'yi incelemiş ve "Beldetün Tayyibetün" cümlesinin harflerinin "Ebced " Heasbına göre toplam, 857(hicri) , Miladi 1453 yılını gösterdiğini ortaya çıkarmıştır. Bu Ayet-i Kerime'de Fethin Mu'cizesi gizlidir. Ancak Kalp Gözü açık olan Din Alimleri bu sırrı çözebilmiş. Biz müjdelerin kısa olanına alışmışız ve hemen olmasını isteriz. Ancak Fethin Müjdesi yaklaşık 857 yıl sonra gerçekleşmiştir.
Allah Tarafından Övülmüş Millet
Yine "Maide Süresi 54. Ayet" te de Türkler'e işaret etmektedir: "Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse, şunu (iyi) bilsin: Allah onun yerine öyle bir kavim getirecek ki, Allah onları sever; onlar da Allah'ı severler, Mü'minlere karşı yumuşak gönüllü, Kafirlere karşı onurlu ve başları yukardadır; Allah Yolunda mücadele ederler(ölüme atılırlar) , dil uzatanın kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah'ın ihsanıdır. Onu dilediği kimseye verir. Allah'ın İhsanı geniştir, her şeyi bilendir."
Bu Ayet nazil olduğunda henüz Türkler Müslüman değillerdi. O zaman Araplar Müslüman idi. Öyle ise burada "kim dininden dönerse" ikazı, o zamanın Müslüman Araplar'a yapılmıştır. Peki "yerine getirilecek olan kavim" kim olmuştur? Elbetteki asırlar sonra İslam'ın Bayraktarlığını yapan ve İslam Dinini Üç kıtaya yayan Türkler olduğu anlaşılmıştır. Said-i Nursi; "Bu Ayeti okuduğumda, Vallahi bu Ayet Türkler'e işret ediyor dedim." Diyor. Vani Mehmet Efendi, Elmalılı Hamdi Yazır, Ömer Nasuhi Bilmen, Celal Yıldırım gibi tefsir alimleri de aynı görüştedirler.
Kaşgarlı Mahmud'un "Allah'ın Ordusu" (D.L.T. cilt 1, s.17) dediği Türklere bu düşünceye parelel olarak Osmanlı Padişahları da "Asâkir-i İslâm" (İslâm'ın askerleri) adını vermişlerdi. "Bizim mesleğimiz Allah yolu ve maksadımız Allah'ın dinini yaymaktır, yoksa kuru kavga ve cihangirlik davası değildir" diyen Osman Gazi, oğlu Orhan Gazi'ye, "Osman Ertuğrul oğlusun, Oğuz Karahan neslisin, Hakk'ın bir kemter kulusun, İstanbul'u aç, gülizâr yap" diyerek İstanbul'un fethini hem hedef gösteriyor hem de vasiyet ediyordu. İşte kökleri tâ İslâm öncesi devirlere dayanan mânevî sebepler yüzünden Türkler fethe hazır bir durumda idiler.
Fatih'in babası Sultan II. Murat, Hacı Bayram'la daha ilk görüşmesinde onun yüceliğini keşfetmiş ve gönlünde yatan isteği dile getirmekte acele etmişti. Hacı Bayram-ı Veli'ye şöyle demişti:
"Himmet etseniz de şu İstanbul işini bitiriversek" deyiverdi. Hacı Bayram Hazretleri güldü ve o sırada yerde oturmakta olan Küçük Mehmet'le kapının yanında duran Müridi Akşemseddin'i işaret ederek; "Sultanım, o iş(fetih) şu Beşikteki çocuk ile Eşikteki Köse'ye(Akşemseddin'e) nasip olacaktır." dedi. Yüce Veli, geleceği adeta kader ekranında okumüştu.
Yüce Allah Sevgisi ile dolu olan ve her üç geceden birinde Peygamber Efendimiz'i(sav) mutlaka rüyasında gören II. Murat, Hacı Bayram'ın bu müjdesi üzerine Küçük Mehmet'in yetiştirilmesini Molla GÜRANi' nin ellerine teslim etti. Molla GÜRANİ, Hikmetler Diyarı Horasan İlinden gelen mâna nakışlarını Küçük Mehmet'in gönlüne nakşetmiş ve bu şerefli vazifeyi daha sonra Akşemseddin'e devretmiştir.
İstanbul'un çevresindeki topraklar alınmış, Anadolu Hisarı'ndan sonra. Onun stratejik bir tedbir olarak 4 ay gibi bir sürede Rumeli Hisarı'nı inşa ettirmesi, bu günün imkanları ile dahi olağan üstü bir başarıdır. O Hisar ki; kuş bakışı Kufi Hatlarla "Muhammed" ismini resmetmekte ve Bizans'ın sinesinde silinmez bir mühür teşkil etmekteydi. Fatih, ebediyyen duracak olan bu eserin mimarisini sadece o zatın(Hz. Muhammed) doğduğu ayda başlatmıştı. Efendimizin dünyayı şereflendirmesi, Rebiulevvel Ayının 12. Pazartesi gününe rastlar. 1452 senesinde bu gün 3 Nisan Pazartesi gününe rastlamıştı.
Hisar'ın inşaatında belki Fatih'in daha önceleri düşünmediği bir güzellik daha vardır. Çünkü hisar'ın başlama ve bitiş tarihleri arasında tam 132 gün geçmiştir ve bu sayı; "Muhammed" isminin Ebced hesabıyla bulunan değerine eşittir.
Benim Kudretimin Yettiği Yerlere, İmparatorunuzun Ümit Ve Niyetleri Bile Yetişemez"
Anadolu Hisarı'nın da yapılmasıyla İstanbul'a karadan ve denizden gelecek olan yardım yolları kesilmişti. II. Mehmed, Edirne'ye döner ve fetih hazırlıklarına hız verir. Durumdan kuşkulanan Bizans imparatoru elçilerini sultana gönderir. Padişah gelen elçi heyetine, "Benim kudretimin yettiği yerlere, imparatorunuzun ümit ve niyetleri bile yetişemez"(İlhan Bardakçı, Tarih ve Medeniyet Dergisi s. 12, Mayıs 1994)
Genç hükümdar; İstanbul'un fethine dair olan hadislerin, kendisini gösterdiğine inanıyordu. Bundan da öte, evliyaların bu husustaki kerametlerine öylesine bağlanmıştı ki, O'nun bu halet-i ruhiyesi, sadece mahalli kaynaklarımızda değil, Bizans kaynaklarına bile bütün ayrıntıları ile yansımıştır. Çağdaş Bizans tarihçisi Dukas, O'nun bu güzel durumuna temas ederken şöyle demektedir; "Padişahın gece ve gündüz huzuru kalmamıştı. Yatağına girer ve kalkarken, sarayda ve dışarıda gezip dolaşırken hep İstanbul'un fethi ile meşguldü.Yalnız, veya arkadaşları ile bir gezintiye çıkarsa, sadece onu düşünür ve istirahat ve uyku nedir bilmezdi."(Z.Kitapçı, a.g.e. 2. cilt, s.140)
Fetih Başlıyor:
Asıl adı "Hz. Fatih Sultan Muhammed Han" olan Fatih'in derdi davası, Allah'ın dinini yüceltmektir. Sultan Fatih, Boğaz'a bu muhteşem mührü(Rumeli Hisarı) vurduktan sonra, fethin başlama tarihinin tesbitine sıra gelmişti. Hazırlıklarını yaptıktan sonra, ne kadar evliya, ulema, aşıklar, salihler, zakirler, fakirler, dervişler, sufiler, tarikat ehli varsa, hepsine nâme(mektup) yazdı; "Gelin İstanbul'un fethine katılın" dedi.
İstanbul'un bu günkü Ok Meydanı'nda büyük bir çadır kurdu, Din adamlarını orada ağırladı; "Benim askerlerim ok atarken, top güllesi atarken, siz de İstanbul'un fethi için tesbih çekip, Allah'a dua edeceksiniz." dedi. Sağ yanına devrin en büyük alimlerinden ve evliyalarından Akşemseddin Hazretleri'ni aldı. Sol tarafında kendisini küçükken terbiye eden ve askeri sahada yetiştiren Molla GÜRANİ yer alıyordu. Edirne'de bir meclis-i meşveret açtı; "İslam'ın üç kıta'ya hakim olması için İstanbul'u fethetmemiz gereklidir." dedi. Sultan Fatih'in Başbakanı durumunda olan Çandarlı Halil PAŞA; " İstanbul'un Fethine karşıyım, mümkün değildir. Hem İstanbul'u alsak da elimizde tutamayız." diyordu.
Akşemseddin Hazretleri kalkıyor; "Hz. Muhammed'in Müjdesi var, haberi var. İstanbul'un Fethi müyesser olacaktır." diyordu. Molla GÜRANİ de; "Akşemseddin'in sözüne aynen katılıyorum." dedi. Bir de dedikodu yayılıyor; " Fatih Sultan tecrübeli Paşaların, Beylerin görüşlerini redetti, bir derviş parçası Akşemseddin'in sözüyle geldi gidiyor..."
Tarihi kaynaklardan öğrendiğimize göre Türkler, İstanbul'un fethinden önce top teknolojisine sahiptiler ve top kullanıyorlardı. Bulundukları bölgelerdeki madenler de bu imkanı sağlamıştı. Osmanlılar Rumeli'de Haçlılara karşı vermiş oldukları mücadelede ve kazandıkları zaferlerde top tekniğinden çok yararlanmışlardır. Özellikle I. Kosova savaşında Türklerin zafer kazanmasında topların çok büyük bir etkisi olmuştur. Türkler I. Kosova savaşında topun çok önemli bir silah olduğunu anladılar ve top teknolojisini geliştirmeğe karar verdiler. Çünkü Bizans'ın kalın ve sağlam surları ancak çok gelişmiş, büyük toplarla delinebilirdi. Bu sıralarda başını Mimar Muslihiddin ve Saruca Paşa'nın çektiği çok sayıda topçu ustaları da mevcuttu. Topçu ustalarının harıl harıl çalıştığı bir dönemde Macar asıllı topçu ustası Urban da Osmanlılara iltica etti. Fatih güçlü topların dökülmesi için her türlü imkanı sağladı. Kısa zamanda Edirne'de adına "Şâhi" denilen ve menzili 1.500 metre olan toplar döküldü.
"Tarih kitaplarında adına Şahi ve Şahin denen topların Urban tarafından yapıldığı yazılmıştır. Oysa tarihçi Schulzberger anlatmıştır ki, topların alaşım, döküm ve hatta balistik hesapları da bizzat Fatih tarafından yapılmıştır."(İ. Bardakçı, a.g.e. s.12) Bu topların barut haznesi çok geniş olduğundan ancak iki saatte doldurulabiliyor ve Şâhi top bu nedenle ancak günde 8-10 defa atış yapabiliyordu. 1452 yılının yaz ve kış aylarında Edirne hummâlı bir savaş hazırlığı geçirdi. Edirne'de top dökümü için bir "Topçular sınıfı" kuruldu. Yapılan toplar arasında "Havan Topları" da vardır. Böylece havan topları tarihte ilk defa Türkler tarafından yapılmış oldu. Sırada surlara çıkmayı kolaylaştıran dört katlı "Yürüyen Kuleler" vardır. Türk teknoloji harikaları bununla da bitmeyecek, binlerce fıçı birbirine bağlanarak Haliç üzerinde bir köprü yapılacaktır. Bu köprü beş askerin yan yana geçebileceği genişlikte ve 700 metre uzunluğundadır. Bu köprü üzerinden kısa bir süre zarfında karşıya geçirilen toplar sayesinde, İstanbul surlarının en alçak ve zayıf yerleri ateş çemberine alınmıştı. Bizans'ın ünlü tarihçisi Dukas, Fatih'in bu köprü ile gelmiş, geçmiş bütün cihangirleri geride bıraktığını itiraf eder. Bizans başına gelenleri anlamıştır. Bu gün askeri müzede bulunan zinciri Haliç arasına gerer. Fatih bunun için de hazırlıklıdır. 70 parçalık ince bir donanma karadan indirilir ve Haliç'in ortasında Bizans'ın şaşkın bakışları arasında boy gösterir. 70 parçalık donanmanın karadan denize indirilebilmesi için gerekli topografik inceleme, engebelerin tesviyesi, kaymayı önleyecek yerlere taş döşenmesi, kızak, makara ve tekerleklerin ve kullanılacak yağın kalınlık derecesi bile Fatih tarafından düşünülmüş ve hesaplanmıştır.
Başta Akşemseddin, Molla Gürâni, Molla Fenâri olmak üzere nice İslâm âlimleri, dervişler, şeyhler, dedeler, babalar bu kutsal cihada davet edilmişti. Bu ordu Fatih Sultan Mehmed'in değil, Hz. Muhammed'in ordusuydu. Bu askerler Türk askerleri değil Allah'ın askerleri idi. Artık Bizans'ın yapacağı fazla bir şey yoktur. 800 yıllık İslâm Ülküsünü engelleyecek hiçbir güç yoktur. Türkler İstanbul'u fethetmeğe hem mânevi açıdan hem de teknolojik açıdan hazırdırlar.
İşte bu şartlarda İstanbul önlerine gelen Türk ordusu, İstanbul'u kuşatmış ve savaş 6 Nisan 1453 günü başlamıştır. Bir taraftan toplar gülle, mancınıklar taş yağdırıyor, surlar üzerinde gedikler açılmaya çalışılıyordu. Bu şekilde surlar iyice dövüldükten sonra 23 yaşındaki genç padişah ilk hücum emrini verdi. Bu hücum gece yarılarına kadar devam etti. Boğaz boğaza çarpışmalar oldu. Rumlar canlarını dişlerine takarak İstanbul'u müdafaa ettiler. Mayıs ayının ilk haftasında Fatih, surlar üzerinde yeterli gedikler açıldığına karar verdikten sonra tekrar hücum emrini verdi. Böyle birkaç defa hücum edilmesine rağmen İstanbul'un düşmediğini gören ve atını denize sürerek:
"ya istanbul beni alır, ya da ben istanbul'u!"
Diyen Fatih, deliye dönmüş ve hocası Akşemseddin'den fethin bir an önce gerçekleşmesi için himmet buyurmasını istemiştir.
Cibali Baba:
Ancak kuşatma iki aya yaklaşmasına rağmen, bir türlü neticelenemiyordu. Köhne Bizans'ın bu kadar dayanabilmesinin sırrı ne olabilirdi? Kuşatmadan yıllarca önce İstanbul'daki küçük bir İslam azınlığı içinde "Cibali Baba" adında bir veli yaşamakta idi. Bu zatın vazifesi, Türk-İslam sevgisini Bizans'a aşılamaktı. Cibali Baba bu işte olağanüstü bir başarıya ulaşmış ve çevresinde İslam hayranı Rumlar'dan meydana gelen büyük bir cemaat toplanmıştı. İşte bu büyük Veli'nin "Gavurcuklarım" diye bağrına bastığı o cemaate gönül vermesi, Türk Ordusu'nun taarruzlarını kırıyor ve top güllelerini tesirsiz kılıyordu.
İslam veliliği'nin cihanşumul sevgisini gösteren bu gerçek, İstanbul'daki bir semte adını veren "Cibali Baba'nın" bir sırrıdır. Kuşatmanın uzamasından çok sıkılan Sultan Mehmet, bu hakikati "Velayet Sırrı" ile görmüş ve; " Ya Rabbi! Ya ruhumu kabzeyle, ya da Fethi müyesser kıl" diye dua etmişti.
Peygamberi'n methine nail olan Sultan Mehmet'in bu duası sonucunda, "Cibali Baba" 28 Mayıs günü hakkın rahmetine kavuştu. Böylece fethin manevi engelleri de ortadan kalmış oluyordu.
Henüz şehzadelikte iken hocası Akşemseddin'den "Elem çekme begüm, İstanbul fethi size nasip olacak" diye müjde alan Sultan Fatih, 28 Mayısı 29 Mayısa bağlayan gece bir müjde daha alır. Akşemseddin:
"-Yarın sabah şu kapıdan (Topkapı) hisara yürüyüş ola. İzni Hüda ile bâb-ı zafer feth olup ezan sadâsı ile surun içi dola. Gün doğmadan Gâziler sabah namazını hisar içinde kılalar" diyerek kat'i müjdeyi ve günü bildirdi. (O.Turan, T.C.H.M. 2. cilt, s.55) )
Padişah II. Mehmet ve hocası Akşemseddin, bu son hücumun başlayacağı gece sabahlara kadar Allah'a yalvarmışlar ve dua da bulunmuşlardır. Şafakla birlikte, top sesleri, tekbirler ve mehterin vurduğu coşturucu marş sesleri altında Türk ordusu hücuma geçti. Artık bu iman ordusu karşısında Bizans'ın yapacağı bir şey yoktur.
Gerçekten 29 Mayıs 1453 gecesi ilahi müjde gerçekleşiyor, Allah, Allah sesleri ve tekbirlerle, tıpkı Hz. Peygamberin hadislerinde belirttiği gibi gâziler sabah vaktinde surları aşmış bulunuyorlardı.
Hücum kollarının birisinin başında bulunan Ulubatlı Hasan, üç hilalli Türk sancağını surların tepesine dikmiş ve kendisi de bu sırada atılan oklarla şehadet şerbetini içmiştir. Onu bir sel gibi akan gaziler takip etmiş, böylece İstanbul'un fethi gerçekleşmiştir.
Hz. Muhammed Fetihe Katılıyor
Bin bir türlü sırlarla dolu olan bu fetihte, surların dibinde bir başka güzellik daha tecelli ediyor ve vücudu delik deşik olarak kızgın yağlarla kavrulmuş Ulubatlı Hasan'ın simasında tatlı bir tebessüm yayılıyordu. Çünkü bu mübarek asker, şehit olmadan biraz önce, surların tepesinde Fahri Kainat Efendimizi görmüştü... Çünkü o kadar yara bere içerisinde onun surların tepesine çıkacak mecali kalmamıştı. Hz. Muhammed ona, surların tepesinde görünerek; "gel gel" deyince, o bütün ağrılarını unutmuş ve sancağı tepeye ulaştırmış, Resul-ü Ekrem'e gülümseyerek şehit olmuştu. Çünkü iki cihanın serveri Hz. Muhammed, hadisinde fethi müjdeler de orada olmaz mı? Allah'ın Ordusunu yalnız bırakır mı? Fatih Ulubatlı'nın yerde gül gibi açılan çehresini ve yanan vücudunu görünce, üzerine kapandı, onu kokladı, ağladı ve; "mâna kardeşim benim, İstanbul sana değermiydi..." dedi. İşte dava arkadaşlığı böyle olmalıdır.
İkindi Namazı:
Fatih, " Fetihten hemen sonra İkindi Namazını kılarak secde'ye vardı. Ayasofya Kilisesi'ni Cami'ye çevirerek İlk ikindi namazında kendisi imam oldu. Namaz'a durunca "Tekbir" aldı, "Allahu Ekber" dedi ve el bağladı. Tekrar "Tekbir" aldı, el bağladı. Üçüncü defa "Tekbir" aldı ve el bağladı, ondan sonra namaz'ı kıldırdı. Askerler şaşırmışlardı.. Alışılmışın dışında "Üç Tekbirle" namaz'a başlanmıştı. Namaz'dan sonra Fatih'e sordular; "Sultanım niçin üç tekbir aldınız? " Fatih: "İlk tekbir'den önce niyet ettim; Allahım Kabe'yi bana göster dedim, olmadı. Tekrar tekbir aldım, yine Kabe'yi göremedim. Üçüncü tekbir'de; Allahım, İstanbul'un güzelliğini gözümün önüne perde yapıp Kabe'yi bana unutturma! .. Arada mekan ve mesafeyi kaldır, Kabetullah'ı bana göster Allahım, dedim ve Üçüncü tekbir'i aldım. Kabe karşıma geldi ve ondan sonra namazı kıldırdım." Dedi.
Altın Anahtar
Fatih, Hocası Akşemseddin ve Molla GÜRANİ, İstanbul kapısından içeri girerken, Bizans'ın ileri gelen Patrikleri "Şehrin Altın Anahtarını" vermek için heyecanla beklemekteler ve aralarında konuşurken; "Fatih şu 22 yaşındaki delikanlı mı, yoksa şu ak sakallı ihtiyar mı? " diyerek birbirine sorarlar; "Olsa olsa şu ak sakallı ihtiyardır, çünkü delikanlıların karı değildir." derler ve anahtarı Akşemseddin'e sunarlar. Akşemseddin, gözünün ucu ile Fatih'i göstererek; "Fatih ben değilim, Fatih O'dur" der ve patrikler altın anahtarı Fatih Sultan Muhammed Han'a sunarlar. Fatih Sultan Mehmet o anda yeryüzünün en ağır kumandanı; "Asıl Fatih ben değil, Manevi Fatih Hocam Akşemseddin'dir, Anahtarları ona verin..." dedi. Ve Anahtarlar Akşemseddin'e teslim edildi. Bizans kadınları yol boyunca Fatih ve askerine çiçek attılar, şarkılar, şiirler, ilahiler okudular...
İstanbul'un fethi ile bin yıllık Bizans tarihin derinliklerine gömülüyor, İslâm'ın sekiz yüz yıllık ülküsü gerçekleşiyor, İstanbul Kızıl Elması da Türklerin eline geçiyor ve Türk ve dünya tarihinin yeni ve parlak bir devri başlıyordu. Padişahım çok yaşa! Padişahım çok yaşa! Sesleri içerisinde şehre giren Fatih, Allah'ın ordusu ve İslâm'ın askerleri ve Hz. Peygamberimizin övdüğü askerler olmak şerefine erişen gâzilere şöyle sesleniyordu:
"Ey kahraman mücahitler! Allah'a hamdü senâlar olsun. İşte bundan böyle sizler Kostantiniyye Fatihlerisiniz. Hz. Peygamberin, Kostantiniyye şehri elbette feth olunacaktır. Onun fethine muvaffak olan hükümdar, ne güzel hükümdar ve askerleri ne kahraman askerlerdir" buyurduğu ve Lisan-i Peygamberin şereflendirdiği şerefli askerler siz oldunuz. Gazanız mübarek olsun. Zinhar çocukları, din adamlarını, sizinle harp etmeyen insanları öldürmeyin, kadınlara dokunmayın. Peygamberin size layık gördüğü şerefe layık olasınız"
Hz İsa'nın ruhaniyetine sığınan ve Meryem Ana'nın gelip te kendilerini kurtaracağına inanan Hıristiyan halk Ayasofya'ya doluşmuştu. Fakat Rumlar karşılarında Meryem Ana'yı değil Fatih Sultan Mehmed Han'ı bulmuşlardı. Ayasofya'nın yanına gelen genç padişah atından indi; Allah'a şükrederek yere kapandı, sonra Ayasofya'ya girdi. Patrik ve halk yerlere kapanarak ağlaştılar. Sultan Fatih, onlara elleriyle susmalarını emretti ve şöyle dedi:
"-Ayağa kalk! Ben Sultan Mehmed, sana ve arkadaşlarına ve bütün halka söylüyorum ki; Bu günden itibaren ne hayatınız ne de hürriyetiniz hususunda benim gazabımdan korkmayınız."
İstanbul'un fethi bütün dünyada yankılar uyandırmış, Fethi, Avrupa korkunç bir felaket olarak nitelendirirken, İslâm dünyasını büyük bir sevinç kaplamış, her tarafta şenlikler yapılmıştır. Bu şenliklerin en önemlisi Mısır'ın başkenti Kahire'de yapılmış, şehir baştan başa ışıklandırılmış, şenlikler günlerce sürmüştür. Memlük sultanı Fatih'e elçiler göndererek kendisini tebrik etmiştir.
Fetihten sonra Fatih, hocası Akşemseddin'den Hz. Peygamberin ashabının ulularından Ebû Eyyûbe'l Ensari'nin mezarını bulmasını rica eder. Şeyh yerden çıkan ışıklara göre mezarı bulur. Padişah daha müsbet bir delil isteyince de Akşemseddin orada üzerinde eski yazı bulunan bir mermer taşın çıkacağını da söyler. Bu da tahakkuk eder; Fatih hayrette kalır ve çok sevinir. Beş sene sonra orada türbe, cami, medrese ve imâret inşâ eder. Rivayete göre Akşemseddin, mezara yaklaşınca Ebû Eyyûb kendisiyle konuşur; bu büyük fetihten dolayı şeyhi tebrik eder ve mezarının Müslümanların eline düştüğünden dolayı da Allah'a şükreder. (O.Turan, T.C.H.M. 2. cilt, s.57)
Fetihten sonra Fatih, Ayasofya'yı temizletir ve ilk Cuma namazı Ayasofya'da kılınır ve Fatih adına hutbe okunur. İstanbul'un imarı sırasında Ayasofya için büyük vakıflar kuran Fatih, Ayasofya'nın kıyamete kadar bu şekilde cami olarak devamını vasiyet eder, şartı yerine getirmeyenlere de lanet eder.
Sultan Fatih, İstanbul'u aldıktan birkaç gün sonra papaz Gennadios'u bir dost olarak, huzuruna davet etti; ona geliş ve dönüşünde tantanalı merasimler yaptı. Kendisine verdiği imtiyaz fermanı ile onu patrik tayin etti; patriğe bir at ve bir de murassa patriklik âsası ve alâmetleri hediye etti. Patrikhaneye dîni ve kültürel tam bir hürriyet bahşeyledi. Böylece Bizans tarihinde imparatorların emrinde, çok zaman, bir siyasi vasıta olarak kullanılan patrikhâne, ilk defa olarak, Türk idâresinde muhtariyete kavuştu. Fakat daha mühimi Rumların dinlerini Katolik papaya satmaktan kurtulmaları idi . Rumlara göre Avrupalılar barbar, zalim ve dinlerine göz dikmiş ve Hıristiyanlıktan çıkmış insanlardı. Avrupalılar da Bizanslıları, Râfızî, hilekar ve Hıristiyanlığa hıyanet etmiş sayıyorlardı. İki mezhep arasındaki bu kadim düşmanlık Dördüncü Haçlı seferinde Latinlerin İstanbul'u ve Bizans'a ait bir takım ada ve sahilleri işgaliyle artmıştı.(O.Turan, a.g.e. s.63)
HAÇLILAR İSTANBULU YAKIP YIKMIŞLARDI
Dördüncü Haçlı seferinde İstanbul'u işgal eden ve burada bir Latin Kırallığı kuran Haçlılar, 1204 Nisanının 9. günü şehre girdiler. Şehri yakıp, yıkıp, yağmaladılar. Olayda hazır bulunup bu seferin tarihini yazan Villehardouin, "Fransa'nın en büyük kentlerinden üçünün toplam evlerinden fazla ev yandı" demektedir. (Râşit Erer, Türklere Karşı haçlı Seferleri, s:101) Villehardouin diyor ki: "yağma edilen altın, gümüş, mücevherler, ipekli kumaşlar, kürkler, hiçbir kimsenin hesap edemeyeceği çokluktaydı. Dünya yaratıldığından beri hiçbir kentte bu kadar yağma olmamıştır…"(R.Erer, a.g.e. s.102)
Haçlı seferleri sırasında ve Bizans'ın baskılarından bıkıp İstanbul'u terk eden Hıristiyan halk, İstanbul'un Türkler tarafından fethinden sonra tekrar İstanbul'a yerleştiler. Böylece İstanbul'a Türklerden çok Hıristiyanlar üşüşmüş oldu.
Fransız kaynaklarında Latinler'in işgalinden sonra isteyenlerin gitmesine izin verilince Rumların İstanbul'dan kaçışı şöyle anlatılır:
"Zenginler, kaçarken yırtık pırtık elbise giyip yoksul görünmek sayesinde kurtulma umuduna kapılanlar, kızlarının ırzını korumak amacıyla o zavallıların yüzlerine çamur sıvayanlarla Senato üyeleri de bunların arasındaydı. İstanbul Ortodoks Patriği ise, yalnız başına, âdeta çıplak bir kılıktaydı. Ayakkabılarını bile Haçlılar almış oldukları için bir köylünün verdiği eşeğe binmiş, bu cefa diyarından kaçabilmek umuduyla kıyıda dolaşıp bir kayık aramaktaydı. Haçlılardan canlarını, ırzlarını kurtarmak isteyen Rumlar, işte ancak böyle kurtulabildiler."(Larousse, cilt 6, s. 365'ten nakil, R. Erer, Türklere Karşı Haçlı Seferleri, s:104) )
Bizans'ta Latinlerin hüküm sürdüğü elli yedi boyunca Ortodoks mezhebi yasak edilmiş ve on sekiz tane Katolik Patriği seçilip, her biri Roma'ya giderek Papa'nın duasını, bu arada icazetlerini de almıştı. (Gibbon'dan nakil, R. Erer, s.110)
İşte bu yüzdendir ki İstanbul'un Türkler tarafından fethedilmesi Hıristiyan halk için bir felâket değil saâdet getirdi. Çünkü Ortodoks Hıristiyanlar, Türkler sayesinde din hürriyetine kavuşmuşlar, Ortodoks tapınaklarına ve dinine hakaret etmeyi günah ve ayıp saymayan Katoliklerden Türkler sayesinde kurtulmuşlardı.
TÜRK'ÜN YENİ KIZIL ELMASI ROMA
Sevgili Peygamberimizin hedef gösterdiği ve fethini müjdelediği İstanbul,un Türkler tarafından fetholunmasından sonra, Artık Türk'ün yeni Kızıl Elması "Roma"'dır.
İstanbul'un fethinden sonra Türk milleti için Kızıl elma Roma'ya, St.Pierre'nin kubbesine taşınır. Burası Katolik dünyasının kalbidir. Türklerin hedefi artık Roma'dır. Zira Fatih döneminde yapılan Otranto (İtalya) seferinin sebebi de budur. Roma Kızıl elmasının düşürülmesidir. Atilla'dan sonra Roma'yı düşürmek Osmanlı Türklerinin büyük hedefleri arasındadır. Ne yazık ki bu Kızıl Elmayı koparmağa Fatih'in ömrü yetmeyecektir.
Fatihin Zehirlenmesi
İstanbul'u fethederek ehl-i salibin son kal'asını yıkan, Hz. Peygamberin övgüsüne nail olan Fatih Sultan Mehmed'i ortadan kaldırabilmek için Venediklilerin on dört defa suikast girişiminde bulunduğu bilinmektedir. Venedikliler bu on dört suikast girişiminde de başarılı olamamışlar, ancak on beşincisinde bu büyük Türk hakanını bir Yahudi'ye zehirlettirerek öldürtmüşlerdir.
Maestro Jacopa adlı Venedikli bir Yahudi, sözde Müslüman olarak "Yakup" adını almış, daha sonra paşa unvanını da alarak "Yakup Paşa" olan bu Yahudi dönmesi bu dönemde Fatih'in özel hekimliği mevkiine kadar yükselmiştir. Venedikliler bu dönme Yakup Paşa ile iki yüz elli bin düka altın karşılığında Fatih'i zehirlemesi için anlaşmışlardır.
Cennetmekan Fatih Sultan Mehmed Han, 27 Nisan 1481 günü, emrindeki üç yüz bin kişilik bir ordu ile İtalya üzerine yürümek maksadıyla İstanbul'dan hareket etmiştir. İşte o gün Yakup Paşa adlı bu Yahudi dönmesi Fatih'i zehirlemeye başlamıştır. Yahudi hekimin zehirin miktarını giderek artırması sonucunda, Fatih'in ciğerleri parçalanmaya başlamıştır. Daha sonra padişah kan kusmaya başlamış ve 3 Mayıs 1481 Perşembe günü, Üsküdar'la Gebze arasındaki Hünkar Çayırı (Maltepe) denen yerde vefat etmiştir. Padişaha suikast yapıldığı hemen duyulmuş ve Yahudi dönmesi Yakup Paşa altınlarına kavuşamadan askerler tarafından paramparça edilmiştir.
Fatih'in vefat haberi üzerine Avrupa'da büyük şenlikler yapılmış ve papanın emriyle kiliselerde üç gün boyunca çanlar çalınmıştır.
"Avni" mahlasıyla şiirler yazan ve yazdığı şiirleri küçük bir divanda toplayan Fatih, zamanın usta şairleri arasında gösterilir. Aşağıdaki şiir O'nun din ve dünya görüşünü göstermesi açısından dikkate değerdir.
"İmtisal-i "câhidü fillah" olupdur; niyyitüm
Din-i İslâm'ın mücerred gayretidür gayretüm.
Fazl-ı Hakk u himmet-i cünd-i ricâlullah ile
Ehl-i küfri ser-te-ser kahr eylemekdür niyyetüm
Enbiyâ vü evliyâya istinâdüm var benim
Lûtf-i Hakk'dandur hemân ümmîd-i Feth ü nusretüm
Nefs ü mâl ile no'la kalsam cihanda ictihad
Hamdü-lillah var gazâya sâd hezârân rağbetüm
İy Muhammed mu'cizât-ı Ahmed-i Muhtâr ile
Umarım gaalib ola a'dâ-yı dîne devletüm.
(Niyetim Allah yolunda cihad etmektir. Bütün gayretim sadece İslâm içindir.
Niyetim, Allah'ın inâyeti, mâneviyat erlerinin himmeti ile, dinsizleri baştan başa kahr eylemektir.
Ben, Peygamberlere ve evliyalara dayanırım. Fetih ve başarı ümidim, sadece Allah'ın lütfüne bağlıdır.
Dünyada nefsim için çalışsam ve mal çokluğu ile güç kazansam ne önemi var. Allah'a hamdolsun, benim rağbetim gazayadır.
Ey Muhammed (s.a.v.) umarım ki, senin mucizelerinle, davletim din düşmanlarına galip gelecektir.)
Ataları gibi dünya nizamını -Nizâm-ı Âlami- kurmakla görevlendirildiğine inanan ve İ'layı Kelimetullah Ülküsü'nün takipçisi olan Fatih, kendisini "DÜNYA İMPARATORU" olarak görüyor ve cihanın sulhu-barışı davasını benimsiyordu. Tarihçi Kritovulus eserini Fatih'e ithaf ederken O'na:
"Allah'ın iradesiyle muzaffer galib, yenilmez, deniz ve karaların efendisi, hükümdarların hükümdârı, imparatorların en büyüğü Mehmed'e" ifadesini kullanıyordu… Fatih, İtalyan Langusto'ya Roma ve diğer kavimlerin tarihini okutuyordu. Bu müellif genç sultanın, İstanbul'un fethinden birkaç yıl sonra 1456'da, 26 yaşında iken, Avrupa hakkında bilgi edinmeğe çalıştığını ve Garp ülkelerinin haritasını önünde tuttuğunu yazdıktan sonra Fatih'in:
"Dünyada tek bir imparatorluk, tek bir iman, tek bir hükümdarın olması gerektiğini ve birleşmiş bir dünya için de İstanbul'dan daha münasip bir payitaht mevcut bulunmadığını, Hıristiyanlara hakimiyetin bu şehir sayesinde gerçekleşeceğini" söylediğini belirtir (O.Turan, TC.H.M. c.2, s.65)
Yine Sultan Fatih'in Allah'ın adını cihana hâkim kılmak ve İslâm dini ile âleme nizam vermek dâvası için Trabzon üzerine giderken "valide" diye hitap ettiği Uzun Hasan'ın annesi Sâra Hatun'a verdiği cevap çok mânidardır. Sarp yollarda bir çok zahmete katlanan, zaman zaman atından inerek yürümek zorunda kalan Fatih'e Sâra Hatun'un, "Oğul, ufacık Trabzon için tatlı canına bu kadar eziyet değer mi?" sözlerine Fatih, "Vâlide, İslâm'ın kılıcı bizim elimizde; Cihad sevabına nail olup Allah'ın rızasını tahsilden başka gayemiz yoktur" sözleriyle cevap vererek "Nizâm-ı Âlem" ve "İ'lâyı Kelimetullah" ülkülerinin takipçisi olduğunu ifade etmiştir.
Fatih'in "Nizâm-ı Âlem Ülküsü" nü hazırlatmış olduğu "Kânunnâmesi"nde de görmekteyiz. Kânunnâmenin en önemli kısımlarından birisi, "Her kimseye evladımdan saltanat müyesser ola, karındaşların Nizâm-ı Âlem için katletmek münasiptir. Ekser-i ulemâ dahi tecviz etmiştir. Anınla âmil olalar"(O.Turan, a.g.e. s.14) hükmüdür.
Fatih, kendisinin "Allah tarafından teyid edilmiş" olduğunu ifade eder, "Müslümanların rehberi, gâzi ve mücahitlerin efendisi, Rabbülâlemin'in teyidiyle müeyyed, Saltanat ve Hilâfet semâsının, dünya ve dinin güneşi Ebu'l-Feth Sultan Muhammed Han" unvanlarını kullanırdı. (O.Turan, a.g.e.s.61)
Fethin yıl dönümünün Türk ve İslâm âlemine hayırlı olması ve bu âlemin yeniden dirilişine vesile olması dileklerimle kutluyorum… Yüce Allah'ın nice fetihleri nasip etmesi dileklerimle fethimiz mübarek ve kutlu olsun… 
Kaynaklar
1. Tarih ve Medeniyet Dergisi, Mayıs 1994
2. Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı, Hz. Peygamberin Hadislerinde Türk varlığı, Konya 1994
3. Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, Türk Dünyası El Kitabı, Ank. 1992
4. Augoste Baılyy, Bizans Tarihi, c.2, tercüman 1001 Temel Eser
5. Prof. Dr. Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti, 4. baskı, Boğaziçi yayınları
6. Prof. Dr. Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi c.2, İst. 1969
7. Dîvânü Lügaati't-Türk, Besim Atalay tercümesi
8. Mehmet Doğan, Kur'an-ın Gölgesinde ve Tarih Önünde Türk, İst. 1978
9. Raşit Erer, Türklere Karşı Haçlı seferleri, İkinci baskı, Mayıs 1993
 
M. Günay SIDDIKOĞLU

Afyonkarahisar

İlk yerleşim izine, II. Murşil'in Arzava seferinde kullanıldığından bahsedilen ve Hapanova (Yüksek Tepe) olarak adlandırılan Kale'de rastlamaktayız. Günümüze kadar ulaşan Hitit sur parçalarından da burasının Hititlerce ilk defa kullanıldığını öğrenmiş oluyoruz.
devamını oku >

Şimdi Reklamlar

HTML/CSS Döken: Türkoğlu-Türk - Türkoğlu-Türk -//- Çizim: 6Noran - 6noran.com // 2012 - 2013
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol